Sütun Bilezikleri, Hakkâklar, Hokkabazlar, Noktacılar Vesaire…

Şehzadebeşı Camii Sütun Bileziği

„Kemâl ehli bilûr her yerde yerin
Kemâlin yok ise bir yerde yokdur yerin.“
Kasımpaşalı Hakkâk Osman Çelebi, 1612

Yukarıdaki sütun bileziği yazısına Şehzade Camii’nin avlusunda rastladım. Taç kapıdan iç avluya girince, sağdaki yan kapının hemen önünde. Bir kere fark edince gözler arıyor ister istemez her yerde. Sonrasında, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii ve Fatih Camii derken, daha birçok caminin avlusunda da gördüm bu bilezik yazılarını.

Sütun bileziği yazılarını, dönemin duygu ve düşüncelerinin, önemli olaylarının kazınarak yazıldığı bir alan olarak düşünebiliriz. İstanbul genelinde toplamda 285 adet bilezik yazısı tespit edilmiş. Bu yazılar 18 camide, 5 türbede ve Topkapı Sarayı’nın bazı bölümlerinde yer alıyor. Yapılan son araştırmalarla toplam yazı sayısı 300’e ulaşmış.

Zamanında perezvane-i sütun olarak adlandırılan bu bilezikler, sütunların birleşme noktalarındaki görüntünün kapanması için estetik bir çözüm olarak kullanılmışlar. Sütun başlığı ile gövde arasında bulunanlar başlık bileziği; gövdeyi zemine oturtmak için kullanılanlar ise kaide bileziği olarak adlandırılıyorlar. Yapımlarında malzeme olarak çoğunlukla bronz veya pirinç kullanılmış.

Şu yukarıda sözünü ettiğim „perezvane-i sütun“ tabirine biraz bakındım; üflemeli sazlardan „ney“in alttan ve üstten birinci boğumlarının ucuna takılan metal halkalara „parazvane“ deniyor. Kamışın çatlamaya en uygun, zayıf yerlerinde karşılıklı olarak kullanılmışlar. İsim benzerliği değil bence, tabir buradan geliyor olmalı.

Yazılardaki konu yelpazesi oldukça geniş; vefat, atama, evlilik, yangın, dua, nasihat, şiir dizeleri, atasözleri, Kâbe’ye gönderilen hediyeler, yeniçeri yazıları, bireysel imzalar… Hatta aralarında beddualar bile görmek mümkün.

Sultanahmet Camii’nde, taç kapıdan iç avluya girince hemen soldaki sütunun kaide bileziğinde şunu buldum, fotoğrafını çektim. Buyurun size bir beddua.

Sultanahmet Camii Sütun Bileziği

„Ah Hüseyin vah Hüseyin dilerim Allah’dan bulasûn Hüseyin“
Hakkâk: Bedesdenli Hünkârî

Sütun bileziklerine bu yazıları kazıyanlara „hakkâk“ deniyor. Hakkâklık Osmanlı döneminde bilinen, fakat günümüzde hattatlıkla kıyaslandığında pek az farkında olduğumuz bir meslek dalı. Biz en iyisi önce „hakk“ sözcüğünden başlayalım:

Etimoloji sözlükleri Arapça hakk için „oyma, kazıma“ sözcüklerine işaret ediyor. Hani şu mürekkep kabı olarak bildiğimiz hokka var ya, o da Aramice/Süryanice „hukkā“ (oyulmuş şey, oyma) sözcüğünden geliyor.

Hadi geçerken bir de „hokkabaz“a uğrayalım: Hokkabaz, „hokka ile oynayan“ demek. Tıpkı cambaz (canbaz) „canı ile oynayan“ gibi. Farsçadan aldığımız „baz“ son eki, oynayan, oynatan anlamına geliyor.

Konuyu biraz dağıtıyorum farkındayım. Hokkabazlık, kökleri Eski Yunan ve Roma dönemlerine uzanan eski bir gelenek. 15. yüzyılın sonlarında, Portekiz ve İspanya’dan kaçan Yahudiler eliyle Osmanlı topraklarına geldiği biliniyor.

Osmanlı'da hokkabazlar

Hokkabazlar, III. Murad’ın Atmeydanı’nda (1582) ve III. Ahmed’in Okmeydanı’nda (1720) oğullarının sünnet düğünlerinde hünerlerini sergilemişler. Bu cafcaflı törenleri, zamanın minyatür sanatçılarından Nakkaş Osman ve Levnî’nin tasvirleriyle Surnameler’in sayfalarında görebiliyoruz.

Neyse biz konumuza dönelim. Hakk terimi önceleri „taş, maden, ahşap, fildişi gibi çeşitli sert maddeler üzerine oyma ve kazıma yapma sanatı“ anlamını taşırken, sonraları özellikle mühür kazımacılığı anlamında kullanılır olmuş.

Evliya Çelebi olmadan olmaz:
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Süleymaniye Camii’ni anlatırken, caminin yönetimine bağlı müverrih hakkâklardan (müverrih: tarihçi) bahsetmiş. Hakkâkların sadece bu meslek dalında değil, diğer alanlarda da eğitim almış bilgili kişiler olduklarından söz ediyor.

Ayrıca hakkâkların ve güzel yazı yazan hattatların genellikle ayrı kişiler olduğunu belirtmiş Evliya Çelebi. Ancak bazen hak ve hat işleyenlerin aynı kişi olabildiğini de eklemiş. Her iki sanatı birden icra edenlere „zü’l-cenaheyn“ (iki kanatlı) deniyor.

Buyurun size ilginç bir meslek dalı daha: Mâhin-nukûş

Bir tür sansür görevlisi. Osmanlı’da, özellikle selatin camilerinin duvarlarına, tuvaletlerine, kapı ve pencere sövelerine yazılan ve kazınan yazıları, resimleri kontrol eden, edebe aykırı olanlara müdahale eden „mâhin-nukûş“ adında görevliler var.

Mâhin-nukûş, tebeşir, kömür, boya gibi şeylerle yazılan uygunsuz yazıları ve resimleri silme işini yapan bir memur (mahi: yok eden, nukûş: nakşın çoğulu).

Bu türden yazılar ve resimler, yerine göre badana yapılarak veya boyanarak temizlenirmiş. Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde böyle bir madde ve görev olduğu ve bu işe atanacak kişi hakkında da açıklamalar olduğu biliniyor. Bugün graffiti denilen, kamusal alanlara yazılan, çizilenlerle ile mücadele sorunu Osmanlı’da da varmış anlaşılan.

Kadroyu biraz daha genişletelim. Yazmak, çizmek diye araştırırken Ayasofya Kütüphanesi’nin vakfiyesine rast geldim. Kütüphanenin görev dağılımı listesinde iki adet de „noktacı“ bulunuyor.

Pekiyi, ne iş yapıyor bu noktacı?
Cüzhânların (Kur’ân-ı Kerim cüzlerini okuyanlar) görevlerini eksiksiz bir şekilde yapmalarını sağlamak için her seferinde Kur’ân’dan ne kadarının okunduğunu işaretliyor bu hazret. Vazifesini ihmal edenlerin aybaşında ücretleri verilmez veya azledilebilirlermiş.

„Aynı şekilde Süleymaniye Camii’nde de sabah, öğle ve ikindi namazlarında cüz okumak üzere 120 cüzhân bulunuyordu. Bunları kontrol etmek amacıyla tayin edilen iki noktacı, gelmeyenler için deftere nokta koyup mütevelliye bildirirdi.“

Vakfiyeden edindiğimiz bilgilere göre, Ayasofya I. Mahmud Kütüphanesi 1740 yılında inşa edilmiş ve açılışı Sultan I. Mahmud’un katılımıyla gerçekleşmiş. Kütüphane, mimarisi, geniş kitap koleksiyonu ve personel kadrosuyla dönemin en önemli kütüphanelerinden biri olarak biliniyor.

Ayasofya’nın güney nefi üzerinde, iki payanda arasına bulunuyor. Yapısal olarak, bir koridor boyunca birbirine bağlanan giriş holü, okuma salonu, ışık taşlığı ve hazine-i kütüb bölümlerinden oluşuyor. Giriş holü ile okuma salonu Ayasofya’nın iç mekanında, hazine-i kütüb bölümü ise dışarıda konumlandırılmış.

Ayasofya Kütüphanesi ayrıca, diğer bazı kütüphanelerde başlamış olan „kütüphanede öğretim“ uygulamasını düzenli bir sisteme oturtmuş. Kütüphaneye atanan dersiam, muhaddis ve şeyhülkurra, belirlenen günlerde öğrencilere ders vermiş. Bu derslere katılan öğrencilere ise kütüphane vakfiyesi tarafından belirli bir ücret tahsis edilmiş. Tarihçi Subhî Mehmed’in aktardığı bilgilere göre, Ayasofya Kütüphanesi kurulduğunda, 4000 kitaptan oluşan oldukça değerli bir koleksiyona sahipmiş. Buradaki eserler, 1968 yılında Süleymaniye Kütüphanesi’ne taşınmış.

Kaynaklar/Okuma listesi:

Nazif Arıman, İstanbul'un Bilezik Yazıları, İBB Yayınları
Halûk Perk, Osmanlı Tılsım Mühürleri, Halûk Perk Müzesi Yayınları
Irmak Güneş Yüceil, Sultanahmet Cami Sütunları ve Sütun Bilezikleri Üzerine Bir İnceleme
Prof. Dr. Murat Akgündüz, Osmanlı Döneminde Camilerde Kur'an Okunmasıyla İlgili Görevliler
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Ayasofya Kütüphanesi
Doç. Dr. Cem Doğan & Dr. Makul Yıldırım, Osmanlı Eğlence Hayatında Hokkabazlık ve Canbazlık (Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi 2024)
Paylaş